Galiba, sadece bilmek, ya da yöntemini bulmak, güçlü olduğuna
kendini inandırmak, sonsuz mutluluk arayışının sadece masallarda kalması
gerekliliği ve hayatın sürekliliği içinde kusurlu, hatalı, eksik, hüzünlü,
korkulu, güvensiz... kısaca “olumsuz” olarak taşıdığımız yanlarımızın da bizim
olduğunu, belki de bazılarını sadece kabullenmemiz gerektiğini mi anlamalıyız
acaba. Acaba zaten olmak istediğimiz insanın içimizdeki sesi, hayatımızın
akışında yapmak zorunda olduklarımıza kızgınlığı, her yenilgiyi kabullenişimizi
ya da her yanlışımızı düzeltemeyişimizde bize olan anlayışsızlığı, sürekli bir
bahane bulup ertelediğimizi söyleyip durması, bir yerde bizim bile kendimizi
aslında tam olarak anlayamadığımız gerçeği midir? İdeallerimizi doğru bir
şekilde biçip dikecek kadar ustamıdır ki bu benlik? Belki de “carrot on a
stick” gibi kendi kendimize koyduğumuz, hep bizden bir adım ileride, hep bizden
bir adım daha iyi, hep bizden daha güçlü olan bu benlik midir aslında
mutsuzluğumuzun sebebi? O hep dürüstlük ister, hep aşkı o bilir, o hep
sabırlıdır, o hep nerde ne yapılması gerektiğini biliyordur, her fırsatını
bulduğunda davranışlarımızı sorgulayan, her hayal ürünüyle kendini besleyip,
bizim gerçekliğimize bu hayalleri dayatıp duran bu benlik gereğinden fazla
ukala gelmeye başladı bana artık. Onu ben besledim gerçi, çocukluğumdan beri
sığınıp durduğum kitaplarım, müziklerim, filmlerim, hayallerim, bu hayat her
üzerime geldiğinde hep ben ona sığındım. Ben onu ne kadar yaşıyorsam o kadar
mutluydum. Sonra birgün, o reklam ajansının kapısı 14 yıl sonra tekrar açmamak
üzere kapattığım gün çıkardım hayata çırılçıplak... Teşvikiye yokuşundan aşağı
rüzgar yüzüme vururken hatırlıyorum ne kadar mutlu olduğumu... O günden beri
çok arsız... Hep yaşamak istiyor. Bazen yapmak zorunda olduklarıma tahammülü
yok! Oysa ben artık Anneyim, anı yaşa diyip duruyor bana, oysa benim binlerce
sorum var gelecekle ilgili... Kızıyor bana... Endişelerimi haksız buluyor, sabırsızlığımı anlamıyor, korkularıma gülüyor... Bilmiyorum... Bilemiyorum....